Şiir… İşte efsunlu ve esrarlı kelime…
Sanırım herkesin kendi meşrebine,mezhebine ve hatta dünya görüşüne göre bir tanımı vardır şiir için. Şiir, kimine göre hakikate varmanın ve onu bulduktan sonra da, dile getirmenin bir yoludur; kimine göre ise aşkını, acısını, ayrılığını, kavuşmasını, hüznünü, sevincini; hülasa, içinde bulunduğu halet-i ruhiyyeyi ifade etmenin.
Kimisi ise toplumu ve ferdi terbiye edecek ve muhataplarına kendi fikirlerini aşılayacak bir vasıta olarak görür şiiri.Kimileri de, şiir; boncuk dizer gibi kelimeleri ardı ardına dizmektir der.
Bu tanımlamaların hiçbiri yanlış değildir ve denilebilir ki tamamında hakikat payı vardır.Bizce şiir, yukarıda saydığımız tüm özellikleri ihata eden bir kıvılcımdır;kimi zaman bir yöneliş ve yakarış,kimi zaman lirizmin doruklarında bir itiraf,kimi zaman ise beyni ve kalbi tutuşturan bir ”sezgi” ve ‘‘ilham” kıvılcımı..
Yüce Allah (cc.) ”bilinmeyi” murad etmiş,bu nedenle de mahlukatı ve eşref-i mahlukat olan insanı yaratmış ve insanı kendi Zat’ının yeryüzündeki halifesi tayin etmiştir.Yeryüzünün halifesi sıfatını alan ve kendinden başka tüm mahlukatın kendi emrine verildiği insan,yaşamını idame ettirebilmesi,kendi benliğini ve varlığını idrak edebilmesi ve varoluş hikmetlerine vakıf olabilmesi için,asli manada ve külli planda sadece Yüce Allah (cc.)’ın Zat’ında var olan sıfatların bazılarının cüz’i plandaki tezahürleri ile lütuflandırılmıştır.
Burada gaye, insanın kendini de bir mahlukat olarak bilmesi ve kendisine ihsan edilmiş olan mezkur sıfatların aslında kendisinde ezelden beridir var olduğunu iddia etmek gibi bir yanlışa düşmemesi ve bu sıfatların kendisine Yüce Allah (cc.) tarafından ihsan edilmiş olduğunu idrak edebilmesidir.
İşte, Yüce Allah (cc.)’ın Zat’ına mahsus sıfatlarından ”tekvin” sıfatının cüz’i olandaki karşılığı olan ”üretmek, oluşturmak, meydana getirmek” sıfatı kendisine ihsan edilmiş olan insan; bu nedenle, benliğinde ve bünyesinde maddi manada bir varlık,cisim; soyut manada bir fikir,eser,şiir vb. ortaya çıkarma güdüsünü ve istidadını taşır.
Denilebilir ki, maalesef, insanların çok büyük bir ekseriyeti hangi amaçla bu dünyaya gönderildiklerinin ve kendilerine ihsan edilmiş bulunan sıfatların (ve aslında diğer hemen her şeyin…) idrakine varamadan yaşayıp giderler.
Yani, çoğumuz alırız, kullanırız,üretiriz,tüketiriz ama sanki idrakimiz ve sezgilerimiz kesif bir sisle kaplanmışçasına ve bir esrikliğin içindeymişizcesine, nereden gelip nereye gittiğimizi bir türlü anlayamadan bu dünyadan göçeriz. Belki de dünya hayatının,”idrak” kabiliyetimize kıyasla çok kısa olmasının ve eskilerin ”bu dünya bir pencere, her gelen bakar geçer” saptamasının bir neticesidir bu durum.
Gayet azınlıkta kalan bir kısım insan ise kendisinde bir takım sıfatların, hasletlerin mevcut bulunduğunu ucundan kıyısından sezinlemekle beraber,bu saydıklarımızın kendisinde ne yönde ve şekilde tezahür edebileceğini bir türlü kestiremediği için varoluş hikmetlerine tam vakıf olamaz ve varlığının ve benliğinin istidatlarını tam olarak yerine getiremez.
Yukarıdaki paragrafta bahsettiğimiz insanların bir kısmı -hangi dine ve mezhebe ve meşrebe mensup olurlarsa olsunlar- bir yaratıcının varlığına inanan ve iman ve inançları çerçevesinde kendi hayatlarını dizayn eden ve idame ettiren kimselerdir ki, fıtraten daha ötesini idrak etme ve yaratılış hikmetlerine tam olarak vakıf olma kabiliyetleri yoktur. Bu tür kimselerin meydana getirdiği eserler de kendi akıl ve idraklerinin hududları dışına çıkamazlar, yani kendileri için faydalı lakin vasat ; fertleri ve büyük kitleleri terbiye etme ve yönlendirme vasıflarından uzaktır.
Yine bu kimselerden bazıları ise kendilerinde mevcut hasletleri idrak edebilmekle beraber,bunların kendilerinde ezelden beridir var olduğunu düşündükleri, bir yaratıcı tarafından kendilerine verildiğini idrak kabiliyetinden ve inancından mahrum oldukları için,kendilerindeki mevcut hasletleri heba ve kendi ömürlerini de zayi ederler.Bunlar, ya hiç meyve vermeyen yahut meyvesi zehirli olan ağaç mesabesindedir.Bunların meydana getireceği eserler ne kendileri için ne de fertler ve toplum için hayırlı ve faydalıdır.
Azınlığın da gayet azınlığında bir kısım insanlar ise , hem Yüce Allah (cc) tarafından kendilerine ihsan edilmiş olan sıfat ve hasletlerin idrakine varabildiği hem de bu sıfatların kendi varlığında ve benliğinde nasıl tezahür edebileceğini kestirebildiği için kendi yaradılış istidadının farkına varabilen ve bu istidadlarını kullanması neticesinde maddeyi, manayı,hayatı, ruhu,hülasa var olan hemen her şeyi anlamlandırıp yorumlayabilen ve fertleri ve toplumu terbiye eden ve yönlendiren kimselerdir ki, bunlar; manevi manada peygamberler ve veliler, dünyevi manada da dahiler ve büyük sanatkarlardır.(Konumuz açısından büyük şairleri de buna katabiliriz.)
Cüz’i plandaki bu ‘meydana getirme’ hadisesi ve güdüsü,insanın, kendi fıtratında bulunan istidadın ne şekilde ve nasıl tezahür edebileceğinin idrakine varabilme kabiliyeti (ki bu kabiliyet te aslında Allah’ın bir ihsanıdır) ile paralel olarak gelişme gösterir.
Söz gelimi ,bir şair; ilham ”kıvılcımını” akıl ve/veya gönül ”haddehanesinde”, zeka ”örsü” ile döve döve onu madde kalıbına sokar ve gözün görebileceği bir eser meydana getirmiş olur.Bu ise o şairin, kendisinde bir ”haddehane” ve ”örs” mevcut olduğunu bilmesiyle mümkün olur.O şair, haddehane ve örsten haberdar değilse, bahsedilen,ilham kıvılcımı ”sönmeye” mahkumdur.
İşte,bu idrake ulaşmış bulunan şair, haddehanesindeki en sağlam ,en güzel biçimli kalıpları kullanarak,en iyi, en üstün vasıflı eserini meydana getirmek için var gücüyle çalışacaktır.
Bizim idrak ve izanımıza göre şiir; hem sırf şiir gayesiyle okunduğunda bile okuyana en bedii,estetik zevkleri tattıracak bir güzelliği, hem de okuyanda bir düşünce/duygu/ seziş kıvılcımı tutuşturacak ve bir fikir meyvasının çekirdeğini oluşturacak bir muhtevayı haiz olmalıdır.
Nitekim, şair sadece hissettiklerini yazı kalıbına dökmekle kalmamalı; durmaksızın aramalı, yönelmeli, bulmalı ve beyninin damarları çatlayıncaya kadar düşünmeli,düşünmeli…ve bu minvalde eserlerini meydana getirmelidir.
Bir kimseyi veya nesneyi gördüğümüzde onun dış görünüşüne bakarak, ”güzel” olup olmadığına karar veririz,işte şiirde de , nesnedeki dış görünüşe tekabül eden kısım şiirin ”şekli”dir. Bu şekil yamuk yumuk olmamalı,bir planı ve intizamı haiz olmalıdır.Bu planı ve intizamı sağlayacak olan ise şiirde bir ”fikir” bütünlüğünün ve sağlam bir kurgunun bulunmasıdır.
Şiir; aynı zamanda, yemyeşil bir vadinin ortasında kıvrıla kıvrıla ve tabiatın en harikulade ve rahatlatıcı seslerini çıkara çıkara akıp giden bir ırmağın, o ırmağın kenarında uzanmış dinlenmekte olan bir kimseye ruhi manada rahatlık vermesi,onu kesif hülyalara sevk etmesi misali, kendisini okuyan bir kimseyi derin hayallere sürükleyecek bir ”tatlı” sesi de bünyesinde taşımalıdır.
İşte, şiirdeki bu ”ses” ise ahengin ta kendisidir. Hülasa,bu kelimeler kalabalığı,bizce, şekil,kurgu ve ahenk mükemmeliyetini sağlayabildiği ölçüde gerçek bir şiir hüviyeti kazanacak,onu okuyanda en üstün ve estetik zevk ve tesirleri uyandıracak;şairin fikriyatını ve hissiyatını muhatabına en kavi şekilde aşılayacak ve bu sayede de şiir vadisinde kendisine kalıcı bir yer edinebilecektir.
Şekil ve ses yönünden ahenk taşımayan,kurgusu sağlam olmayan bir şiir,tabir-i caizse, ritm bozukluğu gösteren bir kalp mesabesindedir.Nasıl ki, kalbi düzenli atmayan bir kimsenin sağlıklı olmasından bahsedilemezse ; ahenk,ritm ve kurgudan mahrum bir şiir de okuyucusuna bir şeyler öğretmek amacı taşıyan kuru ve didaktik ve yahut lezzetsiz bir kelimeler kalabalığından başka bir şey olmayacaktır.
Netice-i kelam; söz, ifadenin en üstün vasıtası,şiir ise sözün -bizce- en üstün ve güzel halidir. Bu nedenle, şiir, içinde bulunulan halin,arayışın,yönelişin, yakarışın; isyanın,hüznün, kederin, fikrin, aşkın, sevincin… hülasa insanın hissedebildiği hemen her şeyin; en güzel,en hissi,en etkili ve en üstün şekilde ifadesi;bir dışavurumudur.
Bu dışavurumun kişinin gözünü okşayan tarafı şiirin ritmi,şekli,kurgusu;ruhunu ve kalbini okşayan tarafı da şiirin ahengi ve muhtevasıdır.